Polonya'da diğer günler: Lodz ve Krakow

Polonyada 2. durağımız Lodz'du. Vudz diye okunuyor, çok ilginç:) Polonya sinema sektörünün kalbi burası, Sinema Film okulu varmış. Bir caddesinde Hollywood'daki gibi yıldızlar var kaldırımda...
Lodz'da en çok ilgimi çeken kaldığımız oteldi. Şimdiye kadar kaldığım en eski otel binasında, ve yine rastladığım en değişik tasarıma sahip oteldi: Andel's Hotel. Çok eski bir tekstil fabrikasından otele dönüşmüş, en üst katta kaldığımm odanın tavanı tuğladandı, çok hoştu gerçekten...
Krakow'da ise son gece gittiğimiz restoran ve yerin 150 metre altındaki tuz madeni aklımda kalanlar. Restoranın adını hatırlayamıyorum sanırım son gunun yorgunluğu vardı ustumde ama krakow meydanına doğru giderken sağdaydı:) birdaha gidersem kolyca bulurum ama sanırım hç tarife kalkışmamalıyım. Tuz madeni ise kolostrafobik yüzlerce merdivenle inilen bir mekan. Kömür madeni kadar olmasa da çok zor şartlar altında çalışmış insanlar, çok çok eski 1800'lerden kalma...Krakow'da görülebilecek bir burası var iki toplama kampı var; sanırım toplama kampını tercih ederdim ama programımız çoktan yapılmıştı, bozamadım...
Bu yazdıklarım o kadar havada ki sanırım kimsenin bir işine yaramayacak, ama yine de Polonya ile ilgili merak edenler sorabilirler, sevgili rehberimiz Barbara bir mail uzakta:)

Daha da kuzeye, Polonya'ya yolculuk!

Normal yani ihracat uzmanı falan olmayan sıradan bir insan 6 aylık vizesine ancak bu kadar damga bastırabilir herhalde:) Bu durum kocamı ve diğer bazılarına kıskandırsa da, geçen ay başında 5 günüm Polonya'da geçti...
Geçtiğimiz aylarda yaptığım seyahatlerden farklı olarak bu iş ile ilgiliydi ve görevim Polonya'da 10 AVM'yi gezmekti. Gerçekten böylesine zor bir görevin nasıl üstesinden gelirim diye kara kara düşünmedim değil, neden mi? Alışveriş yapmadan AVM gezmek nasıl bir iş siz bilmiyorsunuz! Üstelik bir süre sonra gezerken sizi gezdiren yetkiliye kaç kişi geliyor günde, hangi saatler en yoğun, kaç mağaza var gibi ciddi sorular sorarak arşınlıyorsunuz koridorları...Gezdiğim AVM'ler bir yana, çünkü hepsi ödüllüydü, Polonya'ya bir daha gitmem heralde, "Murat'la da bir gideriz" bile diyemiyorum gerçekten:) Ha bana değişiklik oldu  mu, çok şeker insanlarla tanışıp güzel zaman geçirdim mi "evet", ama gitmek için Polonya'dan önce 10 ülke sayabilirim bir nefeste...
Önce Varşova sonra Lodz sonra da Krakow'a gittik. Her birinde en az 1 gece konakladık.
Başkent Varşova, ki sonradan başkent olmuş, 2 milyon kişilik bir şehir. En büyük şehri Polonya'nın ama Salı akşamı güzel bir havada şehrin meydanı boştu resmen, klasik kuzey Avrupa şehri, hayat duruyor bir saatten sonra....
 2. dünya savaşında şehrin %85'i yıkıldığından yeni baştan inşa edilmiş. Old Town denen yerde restore edilen birkaç binanın üzerinde özel işaretler var. 2. metro hattı yeni açılıyor şehirde, AB ülkesi olmanın avantajlarını yavaş yavaş yaşacaklar sanırım. Akşam yemeğini Old Town meydanında bir restoranda yedik. Yemekleri başarılı değil bence ama çorbalarda iş var!
Varşova'da gece dışarı çıkıp birşeyler içmek ve biraz müzik dinlemek istediysek de umduğumuzu bulamadık diyebilirim. Küçük bir barda üniversite öğrencileri ile muhabbet ettik ve hafta içi ev partileri dışında dışarının hep sakin olduğunu öğrendik; söylediklerine göre asıl eğlence Krakow'daydı.
Hotel Sobieski (Robison Blue) da konakladık, çok merkezi bir yerde temiz bir oteldi. Gittiğimiz akşamın ertesinde Varşova'da bir gün 5 AVM gezerek kendi rekorumu kırdım:)
Varşova sence nasıl bir yer derseniz, kasvetli, boş ve yaşanmayası...Güzel gölleri ve ormanları varmış, beki oralara gitsem farklı düşünürdüm; ama bunu asla bilemiyeceğim sanırım:)

Dinozorlar Kanyon'da!

2 Ekim'e kadar Kids' Dino Dig etkinliği Kanyon'da!
Çocuklarınıza  keyifli 45 dk geçirtmek ve onların eski zamanlara ve canlılara ait merakını biraz törpülemek isterseniz, Kanyon'a uğrayın bu aralar.  Sabah 11:00'den 19:00'a kadar her saat başı başlıyor tur; hafta sonları rezervasyon gerekiyor...

İsviçre'de 2.5 gün...

Kardeşim Ceren iki arkadaşıyla beraber İnterrail ile Avrupa'yı gezmeye karar verdi. Arkadaşları İtalya'dan başlamak istedi, o ise daha yaz başında İtalya'da olduğu için haspam İsviçre'den başladı, İtalya'da buluştular. Tabi ben de onun bu yanlız başına planladığı birkaç günlük İsviçre planının tam ortasına damladım zevkle:)

Farkında olmadan Zürih'in tüm yıl boyunca en kalabalık olduğu gün olan "Street Parade"in gününü seçtiğimiz için, hiçbir hostelde ve couchsurferda yer bulamadık,  havaalanı yakınında bir otel ayarladık.

 Ceren benden bir gece önce Zurih'e uçtu ve geceyi havaalanında geçirdi ben de sabah 6:30 gibi havaalanındaydım. Hemen merkeze indik trenle. Havaalanından 15 dk sürüyor...

Cumartesi sabahın 7:00 sinde Zürih sokakları bomboştu, sadece sokak partisine hazırlık yapanlar vardı etrafta. (Ve tabii ki Türk dönerciler de vardı:) ) Kahvaltıyı ucuz olsun diye Starbucks'ta yaptık; ama ucuz mu demiştim...pehhh 2 küçük boy kahve ve 2 kruvasana 18 Frank verdik. ( frank=2,4 TL) Her şey Türkiye'nin 2,4 katı pahalı kısaca...Bu bizi epey zorladı tabi:)

İsviçre ulaşımı raylı sistemle çözmüş, İtalya'dan daha düzenli (saatleri saniyesine uyan) ve entegre (otobus, deniz ulaşımı,tramway,tren..) bir ulaşım sistemleri var.


Gelmişken Zurich Zoo'yu gezmeden geçmedik. Tramway'la  şehrin tepelerine çıktık, hayvanat bahçesi orada, gerçekten doğal bir yaşam alanı yaratılmış hayvanlar için... yine de üzücü tabii özgürlük gibi var mı:(

Cumartesi akşam hayvanat bahçesinden sonra merkeze indik ve partiye katıldık. İnanılmaz çılgn tipler vardı, fotograflarını bile çekmeye çekindim ama onlar o şekilde sokağa çıkmaya çekinmemişlerdi:)  Tam tamına bir özgürlük ülkesi diyim ben siz anlayın:) Yine de güzel, kimse kimseye aaaa ooo diye bakmıyor, laf atmıyor...


Yukarıdaki resimlerde yolların kirlendiğini görüyorsunuz, bunlar partinin merkezine giden yollar. Normalde terrrtemiz sokaklar, zaten ertesi gün de nasıl yaptılarsa her yer tertemiz olmuştu yine... Biz de yorgun olmamıza rağmen bir daha nerde böyle bir parti buluruz diye takıldık biraz. Komşu ülkelerden gelenler bile vardı; İtalyanlar, Almanlar falan; min 500,000 kişi geliyormuş party için Zurih'e!
  

 İkinci gün yine bir trene atladık, sayfiye yeri kıvamında göl kenarı bir yerleri hedefledik; Rapperswil'e geldik. Rapperswil'de gül bahçeleri var, onları gezdik. İnsanlar keyifle gölde yüzüyorlardı ama biz fazla vaktimiz olmadığından yeltenmedik. Çok şeker deniz bisikletleri var; bisikletin arkasında denize girmeyi-çıkmayı kolaylaştıran merdiven ve önünde ise çocukları hooopp ziye suya inmesi için bir kaydırak var:) Biz de istiyoruuuuzzz!!!! Ayrıca göl kenarında bir klüpte atlama platformu vardı ve çocuklar en az 5 metreden çift
burgu bir parande ile atlıyorlardı. Bizim niye yüzme olimpiyatlarında pek başarılı olmadığımız ortada sanırım: ağaç yaşken eğilir...

 Sonra dedik ki göl yetmez, biz Heidi gibi kırarda koşmak istiyoruz:) bu sefer bir otobüsle dağlara tırmandık. Veee Feusisberg denen köye gittik. Köy mü dedim?... Allah'ım ben o köyde yaşarım...Aşağıda ve yukarı fotoğraflarını görüyorsunuz. Yemmmyeşil kırların içinde...Mükemmel evler var heryerde....Bir tutam toz zerresi yok sokaklarında, geçen arabaların (ki saatte max 10 araba geçiyor) yarısından fazlası üstü açık Mercedes BMW falandı. Bir evin garajında 2 BMW, 2 motorsiklet 2 bisiklet ve 2 çocuk bisikleti gördüm:) Etrafta yürüyen insan yok. 2 saat geçirdik, 4 insan 2 çocuk gördüm sadece... Ve sürekli Ceren bana aynı soruyu sordu "Abla bizde niye yok:(" çikolatalar püskevitler muhabbeti yaptık sürekli:) Ahh aahhh canım ülkem, daha gidecek çok yolumuz var...


 O gün akşam (Pazar akşamı) Zürih merkezde kiiimmsecikler yoktu. Akşam dediysem 19:00-20:00 falan, yaz akşamı ne beklersin, millet sokaklarda cafelerde sosyalleşsin di mi? Yok öyle birşey, her yer boş. Biz de yemek yedik, biraz gezindik sonra 21:00 gibi otele dönüşe geçtik, 22:00'de hava patladı ve bütün gece yağdı.

İsviçre'de ne yediniz içtiniz derseniz: söylediğim gibi çoookk ama çok pahalıydı. O nedenle İtalya'daki sefamızı süremedik yemek konusunda. Marketten toparladık yiyecekleri, uygun bir manzara bulduk, oturduk yedik sokaklarda:) Kraker arasında Kiri peyniri, yanında portakal suyu, bol bol meyve, çikolata ve kruvasan...


Sabah artık yolculuk vaktiydi, merkeze indik ve Ceren'i Milano'ya götürecek treni bulduk. Sonra uğurladım sevgili kardeşimi. Onun için mükemmel bir deneyim olacak, çok mutluydu...Türlü öğütlerimle başını şişirdim, ablalık yaptım az buçuk:) Saat 11:00'de bindi Ceren trene, ben uçağımın son check-in saati ise 12:00 !! İstanbul'da olsa mümkün mü böyle birşey? Merkezden havaalanına gidicem deee check in yapıcam daa....Tabii ki havaalanına giden tren tam vaktinde geldi, tam vaktinde havaalanında oldu, zırt diye online check-inimi yaptım havaalanındaki kioskta ve ta taaammm işte uçaktayım:)


 İşte bu da ansızın gelişen bir seyahat fikri ve sonuç kardeşle başbaşa keyifli birkaç gün. Eskiden sorsalar dünyada gitmek istediğin 10 yer neresi diye "İsviçre" veya "Zürih" ilk 10'a giremezdi, ama gittim işte...demek ki hiçbir yer gidilmez veya gitmeye değmez değilmiş. Fırsatları tepmemek gerek hiçbir zaman...

İyi ki gittim o yemyeşil bayırları gördüm, koştum Heidi gibi hop zıp:) Kocaman "yaprak dökümü" ağacı altında göl manzarasında oturdum dinlendim, arkamdan inek gelir mi diye tırsarak:) Trenlere beleşe bindim ne yalan söyliyim, çok pahalıydı ve kimse kontrol etmiyordu:) Temiz düzenli sakin medeni ve zengin bir hayat nasıl olurmuş gördüm. Gelişmiş olmanın yeşili bitirmek ve betonlaşmak olmadığını bir kez daha anladım. İnsanın her zaman en iyisini hakettiğini ama bunu yaparken doğanın dengesini altüst etmemek gerektiğini de...

Darısı çocuklarımızın başına, bu güzel ülkede İsviçre tadında yaşarlar umarım bir gün...

İtalya'ya bir virgül, yeniden geleceğim...

İtalya'da son günümüz nehir kıyısında uzuuun bir yürüyüş, Roma'nın en eski pizzacılarından birinde güzel bir yemek, biraz alışveriş ve içimde bu güzel seyahatin bitmesinin burukluğu ile geçti.

 Sanırım kilometrelerce yürüdük Roma'da. Toplu taşımayı kullanmadık hiçbir yeri kaçırmamak için.Otelimiz "Stazione Termini" (tren garı) yakınındaydı. Via Nazionale'den aşağı yürüyerek şehri ikiye bölen Tiber Nehri'ne yürüdük. Tiber Nehri'nin kısından Vatikan'ı sağımıza alarak güneye indik. Arada ufak atıştırma ve fotograf molaları verdik.Hatta babam bu cafelerden birinde sırt çantasını unuttu ve unuttuğunu yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra farketti:) Ceren'le tıpış tıpış geri döndük tabi:) Cafe sahibi saklamıştı çantayı bizim için...

 Akşam yemeği molamızı yine sevgili kitabmın önerisiyle  Roma'nın en eski pizzacısı olarak bilinen "Da Ricci"de yedik. Bir önceki 19:05'te uğramış yer bulamamıştık. Son gün ise 18:50'de gittiğimizde bomboştu, 19:05'te ise yine hiç yer kalmamıştı:) Sanırım 19:00'un bizim isteeden keşfettiğmiz bir esprisi var! "Est Est Est" diye de bilinen  bu restoren 1905 yılında bir wine shop olarak kurulmuş. Şarabı, ev yapımı ve gerçekten lezzetliydi. Pizzalar İtalya'da genelde yediğim çok ince hamurlulardan değil, daha kalındı. (Tabi Pizza Hut'ınkiler kadar kalın da değil!) Fiyatlar uygundu, cebinizi boşaltan bir restoran değiil kısaca, ama midenizi fena halde dolduruyor!!!

 Ve iş te bu güzel yemekte İtalya seyahatimizin geçen tüm güzel dakikalarına kadeh kaldırdık. Benim için ailemle yaptığım tatiller bambaşkadır, ama bunun yeri gerçekten ayrı. Her ne kadar sevgili kocamdan uzak kalmış olsam da; böyle unutulmaz bir atmosferde ailemle başbaşa, evin çocuğu modunda bir tatil yapmaktan ve İtalya'yı bu şekilde keşfetmekten dolayı inanılmaz mutluyum. Son olarak bu güzel tatil için Babacığım'a çook teşekkür ediyorum; bu tatil onun bize emeklilik hediyesiydi.

İyi ki varsın Baba! Ama bizi İtalya'ya götürdüğün için değil; her zaman her koşulda bizi desteklediğin, her zaman objektif olup yeri geldiğinde göklere çıkardığın gerektiğindeyse öğütlerinle yönlendirdiğin için. Sevgini her zaman her yaşımızda ayrı şekilde gösterebildiğin, asla içine atmadığın için:) Sevimli şakaların ve yuh dedirten muzipliklerin için:) Senin gibi bir babaya sahip olduğumuz için çok çok çok şanslıyız:)

Nice güzel tatillere o zaman...Hep birlikte....


Bracciano Gölü 'nde gel keyfim gel:)

Roma'daki ikinci günümüzde, sevgili kitabım Lonely Planet yayınevinin Roma Rehberi'nin önerisiyle, Roma'ya trenle 1 saat mesafedeki Bracciano Gölü'ne gittik. İyi ki gitmişiz...

Hayatımda ilk kez bir gölde yüzdüm ve bu gölün Bracciano olması standardımı yükseltti sanırım. Çünkü bu küçük gölün suyu o kadar temiz ve berraktı ki, sanırım denizden daha hoşuma gitti yüzmek. Tuzdan gözünüz yanmadan, dalgasız bir suda yüzüyorusunuz, havuz gibi ama doğal bir kumsalı var ve yanınızdan kuğular & kazlar geçiyor...

Sessiz huzurlu bir ortam, karşımızda ormanlı tepeler... Ailece dedik ki; atla uçağa gel Roma'ya ama Bracciano'da kal 3 gece, akşam üstleri Roma'ya in, takıl; gündüzleri Bracciano sahilinde dinlen...Al sana tatil...Sessiz, temiz ve huzurlu...

Tavsiye edilir...








Kardeşimle bir haftasonu!

İtalya tatilinden sonra Ceren'i göndermedim bizimkilerle, kaldı benle, sağolsun haftaiçi o bizi yaşattı haftasonu biz onu:)
Cumartesi günü Çubuklu Hayal Kahvesi'nde birer içeceğin ardından, Heybeliada'ya kaçtık. Akşam balık ziyafeti çektik ada sahilinde, Ada Restaurant'ta...

Murat fotograflarda şekilden şekle girmiş gerçekten, keyfi yerindeydi bir yanında Ceylan bir yanında Ceren :)

Pazar günü de Ataşehir'deki daimi kahvaltıcımız Afyon Cumhuriyet Sucukları'nda tıkındıktan sonra, kendimizi havuz kenarına attık. İstanbul'da yaz sıcağından kaçmanın bir yolu havuz diğer bir yolu da Kanyon! Akşam da Kanyon'daydık o yüzden; gitmişken süper de bir raggae grubu dinledik: Eastpark Raggea, İngiliz bir grupmuş...









İşte Ceren'le bir haftasonu böyle geçti...Şimdi kendisi yazlıkta, annem ve Ahmet'cikle... Ailemizin çalışkanlarından babam Konya'da Murat'la ben de İstanbul'da cebelleşiyoruz sıcaklarla...Ama Bayram'da beraber inşallah..Geçsin zaman bir an önce n'ooolurr...


Roma'da ilk günümüz&Vatikan



Roma... Kalabalık ve sıcaktı...Bir o kadar da ilginç ve keşiflere açık....Durmadık, yürüdük gezdik gördük...



Yedik, yedik ve yine yedik:)




Aşk çeşmesine para attık, İspanyol Merdivenlerinde dinlendik...




Vatikan'da hacı olduk:)





Bir İtalya Klasiği: Pisa







Ceren'le ben her gün turla takılmayalım biraz da kendimiz gezelim tozalım dedik...Annem-babam ve Ahmet tur kafilesiyle Toscana turu yaparken biz de Pisa ve Livorno'yu keşfettik. Pisa'da karşılaştık gerçi yine komik oldu:)

Pisa'ya trenle gittik. Yaklaşık 1 saat sürdü. İtalya'da aldığınız biletler (tren-otobus) belirli saat aralıklarında geçerli. Treninize binmeden önce onu etrafta görebileceğiniz küçük makinelere onaylatmanız gerek, bu makineler üzerine tarihi basıyor ve bilet o saatten itibaren birkaç saat süre ile geçerlilik kazanıyor. Trende 6 saatti sanırım, otobuste daha azdı...

Biz bunu kitaplarda okumuştuk tabi ama sabah mahmurluğu koştur koştur trene bindik, bu onayın tren dışında bir makineden yapıldığından da habersiz olduğumuzdan en iyisi konduktöre soralım dedık. Sevgili konduktor amca elcagızı ile onayladı biletimizi...Bu arada bu konuda baya ciddiler, bilet v.s. kontroller gayet sıkıydı. Hatta bizim vagonda bir adamı ilk istasyonda trenden attı konduktor, o derece...

Gelelim Pisa'ya... Pisa'da bir adet meydan var:" Mucizeler Meydanı"

Pisa Kulesi de bu meydanın içinde...Yemyeşil insanını içini açan bir meydan... Kule de harbiden baya eğik yani:) Klasik fotograflarımızı çekindik, tüm uzuvlarımızla kuleyi dokundurduk:)

Pisa'nın alışveriş caddesinde kısa bşr turdan sonra, öğle yemeğimizi Pisa'da yiyip yine trenle Livorno'ya gittik. Livorno Pisa'dan 20 dk falan sürüyor. Trenden inince bikini insanların bindiği bir otobus görüp koşarak bindik:) Bu otobus bizi şehrin sahil kısmına ve denize inen büyük caddesine götürdü. Livorno'da da biraz sahil yürüyüşü, denize ayaklarımız sokma, bir-iki alışverişten sonra akşam 20:00'de Floransa'ya dönmüştük...

Bizimkiler de Toscana turundan çok memnun kalmışlardı...Babam şişe şişe Chianti şaraplarıyla döndü o gece:) 1 yıl yeter heralde bu depo; napalım biz meyve yiyemiyoruz, meyve suyu içiyoruz:)

Her yerinden tarih ve sanat fışkıran şehir: Floransa











Venedik'ten biraz güneye iniyoruz, ortalara doğru. Heykeller ve resimler şehri Floransa karşılıyor bizi...Tarihte Michelangelo, Da Vinci, Galileo, Dante gibi isimlere ev sahipliği yapan şehir, Rönesans kokuyor. Verimli topraklarıyla Toscana bölgesinin de merkezi; şarabı eti bir harika!

Floransa'da iki gün kaldık. İlk gün şehri gezdik, ikinci gün annem, babam ve Ahmet rehber eşliğinde Toscana turu yaptılar; bizse Ceren'le özgür takıldık, Pisa'ya ve Livorno'ya gittik trenle...Onları sonra anlatırım...

İtalya'da gezdiğim her şehirde ya bir göl ya da bir nehir vardı şehrin içinden geçen. Ve o güzel köprüler, her yerde... Bunlardan biri de Floransa'da ki dev apartmanımsı köprü...Bana "Koku" filminin başında yıkılan köprüyü anımsattı. İlginçti gerçekten...

Pazara gittim Floransa'da, deri ürünleri malum hayvancılıktan dolayı meşhur... Ama birşey almadım, kendimi Roma'ya sakladım:)

Çok güzel bir bistroda yemek yedik akşam. Babam Florentine bifteği yedi, kocamannn birşey ve o kadar kalın ki, içi de pembe...Ağzının tadını bilir kendisi, ama herkese tavsiye demiyorum, orjinali çiğ gelebilir, welldone olarak almak gerek çiğ yemem derseniz...Ben İtalya'da herşeyi denedim; risottolar, pizzalar, tiramisu, makarna çeşitleri...Ve Chianti şarabı elbette... Risotto favorimdi ve tiramisu tabii ki. Ve üzgünüm, bizim burada yediklerimiz tiramisu diil!

Floransa'da çok fazla genç gezgin vardı...Çok imrendim..hayata böyle başlamak gerek işte... Okul bir yere kadar; biraz da gezmek, görerek öğrenmek, farklı kitlelerle iletişim kurmak, dünyaya-farklılıklara açık olmak gerek. Ve korkmamak; yeni insanlardan, bilmediğin sokaklardan, boş vagonlardan, gülümsemekten, tanışmaktan, insan olmaktan korkmamak gerek. Niye kendimizi bir şehre, bir işe, bir eve, bir okula kapatırız ki sanki...Minnoşum Ahmet bile çözdü olayı...Şok içinde, Roma'da kenti ziyaret eden kendinden birkaç yaş büyük yabancı bir öğrenci grubunu göstererek "Ablaaa, nasıl gelmişler, nasıl izin vermiş anneleri daha küçük diiller mi?" gibi sorularla anlam vermeye çalıştı duruma...Ben de gaz verdim ona, seni de göndericem ben, nolcak yaaww eşşek kadar olmuşlar, Dünya'yı görmek gerek ne var korkacak diye:) Eeee ağaç yaşken eğilir :)

İşte böyle, büyüleyici bir şehirdi Floransa... Düşündürdü, güzelliklerini açtı bize; keyif verdi...

Ohh yeah Venedik :)




















Evet, İtalya'da en çok Venedik'i sevdim.


Kanım kaynadı şehre, daracık sokaklarına, labirent yollarına, her yerden geçen kanallara, pencere önlerindeki pembe çiçeklere, minik köprülere...kısaca her şeye...


İtalya'daki 2. günümüzde, sabah kahvaltının ardından otobüsümüz bizi Venedik vapurettolarının kalktığı yere götürdü. Venedik bir ada ama karayla bağlantısı var. Bu bağlantının hemen bitişinde vapurettoların kalktığı bir iskele var, oradan bu teknelere binip adanın muhtelif noktalarına kolayca ulaşabiliyorsunuz.


Venedik'in en önemli yeri San Marco meydanı. Burada Dükler Sarayı ve saat kulesi var. Din don çalıyorlar habire:) Etrafta bir sürü kafe ve bir dolu güvercin var...ve bir sürü de insan tabii ki:) Ama San Marco'dan bir ara sokağa dalıp kaybolmak istercesine bir sağa bir sola giderseniz, adanın derinlerinde turist akınına uğramamış, gerçek insanların pembe çiçekli pencereli evlerinin olduğu, çıkmaz sokakların kanala açıldığı sevimli yerleri keşfedebilirsiniz. Biz öyle yaptık ve Grand Canale denen en geniş kanalın tüm etrafını bu dar sokakları arşınlamak suretiyle gezdik. Tüm gün süren bu keyifli geziye, bir pizzeria'da yenen bomba pizzaları ve şampanyalı bir gondol sefasını da ekledik elbette:)


Ohh sefamız olsun, tüm yıl bunun için çalıştık bea:) ohhh, dünya varmış:)


Naçizane tavsiyelerim:




  • Gondol olmazsa olmaz!


  • Kaybolmaktan korkmayın, dalın ara sokaklara, sürpriz güzellikleri keşfedin!


  • Adaya ayak basar basmaz sağlam bir harita edinin, tüm sokak girişlerinde bina üstünde yazıyor isimleri. "Via zart zurt" diye...


  • Gondolcular çok yakışıklı olabiliyor, bir o kadar da sempatikler:) Tralaylay şarkı söyledi bizimki, İtalyan erkeklerine +1 puan:)


  • Restoran konusunda, en kalabalık en meydan yerde atmayın kendinizi masalara, kalabalıktan uzaklaşın, sakin yerlere girin. Tüm restoranlarda, pizzeria ve cafelerde menü ve fiyatları alenen yazıyor girişte. İnceleyin öyle girin. Benim kıstasım Margarita pizzaydı, margarita 8-9 EURdan pahalıysa girmiyorduk:) Çünkü o zaman diğer pizzalar 15 EURya falan çıkıyor...


Venedik içindeki oteller çok pahalıymış, biz adanın dışında bir otelde kaldık, oldukça düzgün 4 yıldızlı bir oteldi. Ama eminim adada kalmak başkadır. Murat'la gidersek 1 gece de olsa kanala bakan güzel bir odada kalmak isterim. Adanın içinde araba kullanılmıyor, o nedenle ya bavulunuzun çek çekli olması gerek ya da bir kanal yolu kullanmak...


Venedik'te inanılmaz bir turist toplulupu var, hatta bundan bunalan gerçek Venedikliler artık ada dışına yerleşmeye başlamış. Nufus oldukça azalmış. Evlerin bakımı da oldukça zor olduğundan şehir dışında yaşamak en mantıklısı olsa gerek. Şehrin sulara gömülme tehlikesi şimdilik önlenmiş gözükse de yapılan yatırım ve harcanan paralar suların yükselmesi ile boşa da gidebilir...


Umarım bu güzel şehri görmek isteyen herkes görür ve insanoğlu doğa ile mücadelesini en azından Venedik'te kazanır...


Sirmione-Garda Gölü ve Verona...

İtalya gezimiz, uçağımızın İtalya'nın kuzeyindeki Bergamo Havaalanına inişiyle başladı. Bergamo Milano yakınlarında bir havaalanı...Turla gitmiyor olsam Milano'ya uğramadan geçmezdim...Artık birdahaki sefere...
Gezi rotamız İtalyanın doğusu kıyısına, Venedik'e doğruydu. Yol üzerinde olan Verona şehri ve Garda Gölü'nü atlamadık elbette.


Öğrendiğim kadarı ile İtalya'nın kuzeyi ve güneyi arasında sosyo-ekonomik olarak büyük fark var. Benzer durum ne yazık ki ülkemizde de Doğu ve Batı arasında geçerli...Bereketli topraklara sahip kuzey İtalya sanayi bakımından da gelişmiş ve zengin. Dolayısı ile güneyi kendisine bir yük olarak görüyor. Kuzeyde hayat daha kaliteli, insanlar daha şık ve eğitimli, bir tertip ve düzen hakim...Güneye indikçe bu değişiyor. Ben Roma'dan güneye inmedim, ama inenler özellikle hırsızlık olaylarının ne kadar sık olduğunu anlatmadna geçmediler..




İşte Verona ve Garda Gölü civarı kuzeyin bu nezih kesimlerinden...Özellikle Garda Gölü; çevresindeki bakımlı bahçeleriyle villalar, nezih sokaklar, bisiklete binen insanlar... kısaca herşeyiyle medeni ve zengin bir yerleşim izlenimi veriyordu. İtalya'nın en büyük gölü olan Garda kenarında kurulan eski kent Sirmione'yi gezdik. Dondurma yedik, biraz yağmurda ıslandık, tatlı su çeşmelerinden su içtik...Tipik Avrupa kalelerinden birini gördük, hani şu çizgi filmlerde hep olan, etrafında su olup kale kapısının yukarıdan gelen halatlara asılı olduğu ve su üzerinde bir köprü oluşturacak şekilde açılan... :)

Sirmione ve Garda Gölü gezintisinin ardından; Verona için düştük yollara... Verona içindeki antik arenada yaz boyu konser ve opralar sahneleniyor. Bizim gittiğimiz gün de Deep Purple konseri vardı. Sanat ve tarihle dolu tertemiz bir şehir Verona...Bu özellikleriyle UNESCO'nun dünya mirasları arasında...Üstelik Shakespere'in ünlü esere Romeo ve Juliet'in ünlü balkonu da (Juliet'in evi) bu şehirde:) Gittik görük minnoş bir balkon...



Verona turu sonrası güzel bir İtalyan makarnasının aradından artık iyice yorulmuştum, otele doğru yollara düştük. Otelimiz Venedik'e yarım saat uzaklıkta otobandan biraz içeride yeşillikler içinde sakin bir yerdeydi. İlk gün böyle hızlıca geçti ve ertesi günkü Venedik turuna hazırlanmak için güzel bir uyku çektik...

İtalya'ya gidecekler için Verona ve Garda'nın görülesi yerler olduğunu tasdikleyebilirim. Ama yine de benim için İtalya artık Venedik demek:) Onu da yarın yazarım artık...

Toprağımı özledim :)

1 haftalık tatilim şıp diye geçti...İstanbul'a, eve, işe, kocişe geri döndüm... Evimi ve biricik kocamı çok özlemiştim ama İstanbul ve iş için aynısını söyleyemeyeceğim:)
Her neyse hayat devam ediyor, üstelik bir yaşıma daha girdim:) Yeni yaşımın sevdiklerimle bol bol gezmelerde geçmesini dileyerek tatilimin üzerinden hızlıca geçeceğim. Sonra detaylara da girerim diye düşünüyorum, çok da unutmadan...
Tatile Murat'ın izni olmadığından bizimkilerle gittim. Çalıkuşu ailesi olarak bolca eğlendik, güldük, yedik içtik...Tur şirketi olarak İtalya'da en iyi olarak nitelenen Pronto'yu seçmiştik. Gerçekten de hiçbir aksaklık olmadan turumuzu tamamladık. Rehberimiz Saadettin Bey ODTÜ Kimya mezunu profesyonel ve çok bilgili bir gezgindi. Otellerimiz konforluydu, aracımız klimalı ve düzgündü. Sıkıntı olmadı kısaca...
Nereleri gezdin gördün derseniz: Verona, Garda Gölü-Sirmione, Venedik, Floransa, Pisa, Livorno, Roma ve Bracciano Gölü-Bracciano.
Müze gezmeyi pek sevmeyen biri olarak daha çok sokakları arşınladım, cafelerde gelen geçeni izledim, yemekleri tattım ve bol bol harita&rehber kitap okudum.



Gezimin sonunda rahatlıkla diyebilirim ki, Paris'le birlikte oluşan ön yargımı İtalya yerle bir etti... Belki de Akdeniz ülkesi olduğu içindir bilmiyorum ama insanlar gerçekten sıcak kanlı ve sonuç odaklı...Tüm aradıklarıma ulaştım ve işimi kimse zorlaştırmadı...
Kocişimi de götüreceğim en kısa zamanda İtalya'ya...Onun için şimdiden özel bir tur planladım bile...Çalıkuşu ailesinin rehberliğinden koçişin özel rehberliğine terfi edeceğim:)
Detaylar ilerleyen günlerde...
Arrivederci :)







Kuruçeşme Arena ve Sertab Konseri

Dün akşam çalıştığım firmanın finalist olduğu bir yarışmanın ödül törenine katıldım. Tören Turkcell Kuruçeşme Arena'daydı. İlk kez gittiğim bu yer gerçekten bomba bir konser mekanı. Son konserime Küçükçiftlik Park'ta gitmiştim, girişi çıkışı konseri izlemesi ayrı dertti, poff bi de hava sıkcaktı çok...


Gece ödül töreni ile başladı.(Ödül aldık bu arada:) ) Sonra Sertab Erener konseri ile devam etti. Sertab'ı en son geçen yıl Kanyon'da dinlemiştim. Son derece suratsızdı o gece; ama dün gece tek kelime ile harikaydı. Hak vermiyor değilim ona, o manazarada hele bir de yüzyılın en uzun ay tutulmasının altında şarkı söylemek başka birşey olsa gerek.. Onun da keyfi yerindeydi...



Kuruçeşme Arena zaten boğazda olduğunda manzaradan bahsetmeme gerek yok sanırım. Bir mekan için oldukça önemli bir + olan bu konum, ulaşım sıkıntısının çözümünü de yanında getirmiş. Konser çıkışı hemen konser alanı yanından atladık bir motora istikamet Kadıköy! Vapur Üsküdar'a uğruyor, Kabataş ve Beşiktaş'a giden bir hat da var üstelik...



Şimdilik Harbiye, Küçükçiftlik ve Kuruçeşme arasında top konser mekanım, ulaşım kolaylığı ve deniz havası ile Kuruçeşme! Ama Temmuz başı Bon Jovi konserini İGS'nin mekanında izleyeceğim. İlk stadyum konserim bakalım nasıl olacak...Belki fikrim değişir...



Cumartesi günü 1 haftalık bir yolculuğua çıkıyorum, bakalım geldiğimde anlatacak neler olacak ... Heyecanlıyım çok ailemle gidiyorum tatile yıllar sonra :)


Yıldız Parkı

Bu Pazar klasik Kanyon kontrol turlarım sonrasında, arkadaşlarımızla buluşup Yıldız Parkı'na gittik. Neredeyse ömrümün 8 yılını geçirdiğim ve pek de haz etmediğim bu şehirde huzur bulmamı sağlayacak yerler keşfetmek çok iyi geliyor bana... Nasıl olmuş da kaçırmışım bu parkı bilmem, ama Murat'la benim öncelikli kaçış noktalarımızdan olacağı kesin. Her ne kadar Anadolu yakası insanı olsam ve Avrupa yakası afakanlar bastırsa da, bu park yazın iş çıkışlarında veya pazar günü kasılmalarına deva olarak müthiş olacak...

İçimden çimlere uzanmak, ağaçların arasında gökyüzüne bakıp hayaller kurmak, sonra da bir kestirmek geldi... Ama bir yürüşle yetindim. Bir dahaki sefer tam teçhizatlı olarak gidelecek:)

Gözlerimi doyurmaya çalışmaktan, fotoğraf çekmeye fırsat bulamadım bile... Nasıl olsa giderim yine...

Teoman Kanyon'da!




Teoman bu akşam Kanyon'da!


Yeni albümünden ve eski şarkılarından söyleyecek, üstelik konser ücretsiz! Sevenlerine duyurulur!


Gelin dinleyin, beni de yanlız bırakmayın, iş icabı buralardayım...

İzmit Outlet Center'da Panayir

Bu haftasonunun bir kısmını Gölcük'te geçirdik ve tabii ki İzmit Outlet Center'daki indirimi kaçırmadık.




Tommy Hilfiger, Quiksilver, Levis, Network gibi pek çok markanın ürünlerine gerçekten ucuz fiyatlarla sahip olmak için haftasonu planları yapmadıysanız İzmit'i düşünün derim. Önce alışveriş yapar sonra Kartepe'ye sucuk ekmek yapmaya kaçarsınız...:)




Demedi demeyin....

Yetenekli kardeşim Ceren, Fanta Stage'de Yarışıyor!


Sevgili kardeşim Ceren, Fanta Stage'de yarışıyor. Bir ablalık yapayım dedim, şarkıyı beğenenler oy verebilirler mi? :) Diğer şarkıları dinlemek, ama Ceren'e oy vermek için, TIK !

Ranchero'da bir akşam...

Haftasonları hiç yemek yapmak istemiyorum:( Aslında son zamanlarda mutfağa hiç girmiyorum...Aslında mutfakta oldukça yetenekli ve pratiğimdir, elimden de gelir ama içimdeki aşçı uzak diyarlara gitti sanırım ve bir süre de gelmeyecek...

Neyse kocişko da bu durumdan oldukça muzdarip; kendini kuvvetli sabah kahvaltısına verdi, her sabah saat 6:30 da ben evden hazırlanıp çıkmak için koşuştururken o mutfakta bir elinde meyve suyu bir elinde sandviçi kahvaltı ediyor. Akşamları zaten 7'den önce evde olamadığımızdan, çoğu zaman bir meyve veya bir çorba ile geçiştiriyoruz yemekleri...

Cumartesi günü de yine ne yesek? sorunsalında boğulmak üzereyken, Murat'ın aklına gelen müthiş fikirle kurtarıcı mekanımız Bağdat Caddesi'ne doğru çıktık yola.. Düşünüyorum da insan böylesi bir caddeye yakın oturmalı kesinlikle; evimi seviyorum bu açıdan...Ankara'da 7. Cadde, İstanbul'da Bağdat Caddesi... bu caddeler benım kurtarıcılarım:)

Keşif mekanı: Ranchero
Keşif Zamanı: Geçen Cumartesi saat 17:00
Hava durumu: Bol yağmurlu ve soğuk (sanki kış geri gelmiş)

Ranchero yarı Türk yarı Meksikalı bir aile tarafından işletilen bir Meksika Restoranı. Ben Burrito yedim odukça lezetliydi; ekşi krema ve meksika fasülyesi püresi ile geldi ki bayılırım...yanında da bir Mariachi'yle yemek yerken zamanı dondurdum resmen:) Murat'ın Margarita'sı süperdi, Tekila ağır bir içki olmasına rağmen içimi çok keyifli Margarita olarak...Bardağı da çok orjinaldi ayrıca, Red Kit filmlerindeki kaktüsler gibiydi..hehe:)

Tavsiye ediyorum; haftasonu ne yesek? derseniz Ranchero 'ya bir uğrayın...

Zamane Kahvesi'nde Kahvaltı!




Bir süre önce hafta içinden iple çektiğimiz Suada‘da kahvaltı planımız ertelenince (ki geçtiğimiz haftasonu gittik), sabah uyandığımızda dayanamadık dedik bozmayalım planı haydi kahvaltıya… Attık kendimizi sokağa, Bağdat Caddesi’ne gittik.

Yağmur altında tek şemsiye ile çift kişilik romantik bir yürüyüş sonrası, her zaman gittiğimiz kahvaltı mekanlarına gidesimiz gelmedi ve şans eseri yeni bir kahvaltı mekanı keşvettik: Zamane Kahvesi!

Sevimli bahçesinde Zamane Kahvaltısı menüsünü indirdik mideye. Simit, poğaça, kızarmış ekmek, su böreği, peynirler, zeytinler, minnoş kavanozlarda katkısız reçeller, bal, fındık kreması, domates, salatalık, yeşillik, meyveler, sucuklu yumurta, salam, sosis, tereyağı, portakal suyu ve sınırsız çay…Hepsi çift kişilik ve sadece 42 TL!

Zamane Kahvesi sanırım Pelit Pastaneleri’ne bağlı. Çünkü kredi kartı ekstresinde Pelit Pastanecilik yazıyordu. Ayrıca; Ankara ve Nişantaşı’nda da şubeleri varmış.

Kırmızı minderli beyaz sandalyelerde totom rahat, havada yağmur kokusu, karşımda murat, elimde çay, üzerimde şal, karnım tok… e ben daha ne istiyim ? dedim bu sabah. Bence herkes düşünmeli biraz sahip olduklarını böyle keyifli anlarda ve şükretmeli…

Yeni hobim: Dikiş



Bu aralar dikişe sardım…

Burda’larım, Dikiş Teknikleri kitabım, Singer makinem, kumaşlarım ve renkli çizim kalemlerimle evde stres atıyorum.

İnsanın bir şeyler üretmesinin hazzı başka… Hele bir de başkalarına da faydası oluyorsa…

İlk diktiğim şey; bir battaniyenin kenarları (Tabii ki Ece’ye)…İkinci dikiş ürünüm Ece’ye kışlık sevimli bir elbise… Üçüncüsü ise yine Ece’ye yazlık bir bluz.

Başlamak için bebek kıyafetleri en uygunu...Hem dikmek kolay hem çabuk bitiyor. Bu dikiş olayı beni baya oyalar…

Gundemim: Saglik ve beslenme!

Birkac aydir evin keyfini suruyorum. Keyif suruyorum derken abarttim... vakit bol olunca yapilan pastalar, aksam can cekince kavrulan helval...